14 Aralık 2014 Pazar

Türk Kahvesi Neden Ezik

Bir kahve sever olarak, Türk kahvesine ve kahve kültürümüze yaptığımız ihanet beni üzüyor. Benim kahve severliğim Türk kahvesinden ileri gelmiyor. Bir filtre kahve her zaman daha makbuldür benim için. Ancak bu memleketin insanları için Türk kahvesi kültürün ayrılmaz bir parçası. Her şeyden önce kahve, Avrupa’ya, oradan da Amerika’ya bu topraklardan yayılmış bir içecek. Dolayısıyla dünya kahve piyasasında söz sahibi olamayışımız ancak beceriksizlikle açıklanabilir.

Türk kahvesinin farkı pişirme yönteminden kaynaklanır. Farklı bir malzeme kullanılmaz, kahve çekirdekleri iyice dövülüp toz haline geldikten sonra telvesi içinde kalacak şekilde pişirilir. Tadındaki acılık da bundan kaynaklanmaktadır. Bir gastronomi dergisi olan Food in Life’da Cihangir’de açılan Kronotkop isimli gurme kahve merkezinin (kendilerini “speciality coffee” akımının temsilcisi olarak görüyorlar) kurucularıyla gerçekleştirilmiş röportajı okudum. 2013 Dünya cezve&ibrik şampiyonu olan Turgay Yıldızlı Kronotkop için çalışmaya başlamış. Kendisinin Türk kahvesine dair söyledikleri çok ilginç. Yıldızlı özetle şöyle diyor: Türkiye’de maalesef en kalitesiz kahveler Türk kahvesi yapımında kullanılıyor. Telveden kaynaklanan bir acılık olması normal ancak iyi kalite çekirdekler ve daha özenli pişirme teknikleriyle bu acılık minimuma indirilebilir.

Kronotkop elbette çok niş bir hedef kitleye ulaşabilir. Benim derdim neden birinin çıkıp da “ben Türk kahvesi’nin en iyi formülünü bulacağım ve tüm dünyaya pazarlayacağım” diyememesi. Elin İtalyan’ı espresso’suyla bunu başarıyor. Şahsen iyi yapılmış bir Türk kahvesinin espresso kadar dünyada şansının olduğunu düşünüyorum.

Kurukahveci Mehmet Efendi örneğin bu işe talip olacak potansiyele sahip. Ya da daha modern ve enerjik bir marka olması dolayısıyla Kahve Dünyası. Böyle bir hamleyi gerçekleştirmeden iki markanın da yurtdışındaki yatırımları tüm iyi niyetlerine rağmen istenen başarıya ulaşamayacaktır.

Kahve Dünyası demişken, isimlerini taklit edeceğim diye artık saçmalama noktasına varan işletmelerin farkındalardır herhalde. Kahve Diyarı, Kahve Durağı, Kahve Rüyası, Kahve Ateşi, Kahve Vadisi, Kahve Bahçesi benim şu an aklıma gelenler. Eminim daha pek çok örneği vardır. İnsanı kahveden soğutuyorlar. Demem o ki, kahvemize sahip çıkalım. Onu mükemmelleştirip, dünyaya pazarlayalım. Sonra bir gün Starbucks’un New York 5.caddedeki şubesinin menüsünde “Greek coffee” görürsek dövünmeyelim!



23 Kasım 2014 Pazar

Sepette Rekabet Var

Birkaç seferdir, sadece Migros’ta satılan ürünleri satın almak için Migros’a gittiğimi fark ediyorum. Başka çarem yok çünkü. Bir kere Migros’tan alıp beğendiğim bazı özel ürünleri başka bir markette bulmam mümkün değil. El mahkum, gidiyorum Migros’a.

Migros’un bu yılın ortalarında başladığı “sadece Migros’ta” kampanyasını çok beğeniyorum. Bir market zincirinin gelebileceği en üst seviyeyi ifade etmesi açısından oldukça anlamlı. Düşünsenize, koca koca markalar sadece sizin marketinizde satılacak ürünler üretiyor. Tabi sadece Migros’ta satılan ürünler o markaların imajına da olumlu bir katkı sunuyor

Uno Karadeniz tava ekmeği, Venexia dondurma, Brooklyn sakız, Özsüt yoğurt, Frosch deterjan, M life, Touch Me ev aletleri, Heinz organik ketçap, M selection, Wash, Viva temizlik kağıtları, Q-Max, Herseys, Doğadan Büyülü Kutu çay çeşitleri, Lera Fresca dondurma, I am cilt bakım ürünleri, Kokito ayakkabı terlik, Home Basics tekstil ürünleri, Buildex ev aletleri… Kısaca 15
00’den fazla ürün sadece Migros’ta satılıyor.

Aslında sadece BİM’de satılan discount ürünler sisteminin premium versiyonu olarak görülebilir bu durum. Ancak aradaki fark BİM’in bir çok ürünü private label ürettirmesi. Migros zaten güçlü olan markaların özel ürünlerini bünyesinde topluyor. Üstelik bu ürünlerin pek çoğu muadillerinden yüksek fiyat seviyesinde. Bu açıdan Migros markalı ucuz ürünlerden bir farkı var.


Migros, AB ses grubu için uzun yıllardır vazgeçilmez. CD için ise bir prestij sembolü. Düşük gelir seviyesine sahip pek çok insan için Migros’a gitmek ayrıcalıklı bir alışveriş deneyimi demek. Carrefour da Migros’un bıraktığı az sayıdaki boşluğu doldurarak iyi işler yapıyor. TeknoSA’yı TeknoSA yapan adam olan Mehmet Nane’nin Genel Müdürlüğü etkisini hissettiriyor. Büyüme stratejilerine paralel olarak marketlerini fiziksel ebatlarına ve hedef kitlesine göre Carrafour, Carrefour Süper, Carrefour Mini ve Carrefour Gurme olarak segmente etmeleri de bana kalırsa doğru bir hamle.

Kemikleşmiş bir hedef kitlesi olan bu iki devin karşısına yakın zamanda BİM’in File marketleri çıkacak. Her ne kadar bu genişlemeyi tehlikeli bir aç gözlülük olarak görsem de yeni muhafazakarları hedef alan bir strateji güderlerse bir başarı şanslarının olabileceğine inanıyorum.
Kısaca alışveriş sepetindeki rekabet kızışacak. Devler çarpışacak. Bakalım kim kazanacak, kim kaybedecek… 

6 Temmuz 2014 Pazar

Bir Türk Pazarlamacının Yunanistan İzlenimleri

Geçtiğimiz günlerde bir gezi sebebiyle Atina’daydım. Atina’yı enine boyuna gezme ve Yunan kültürünü tanıma fırsatına sahip oldum. Deneyimli rehberimiz sayesinde ekstra bilgiler edindim. Sonuç olarak şu kanıya vardım; Yunanlılar kendi kültürünü çok iyi pazarlıyor.

Öncelikle biraz Atina’dan ve Yunanlılardan bahsetmek gerekir sanırım. Atina içinde bolca İzmir’i biraz Ankara’yı, bir miktar da İstanbul’u barındıran bir şehir. İnsanların sıcaklığı, Akdeniz kültürünün etkisi, deniz mahsülleri ağırlıklı yemekleri ve Pire limanı ile İzmir’e benzeyen Atina, kent merkezindeki gri ve sıkıcı binalarıyla biraz Ankara’yı anımsatıyor.
 
                                                    
Yunanlılar fena halde bize benziyor. Tip olarak bir Yunanlıyı bir Türk’ten ayırt etmek çoğu zaman imkansız. Türkleri seviyorlar. Türk olduğumuzu anlayınca bizimle mutlaka bir iki kelime Türkçe konuştu bir çoğu. Zaten dilimizdeki kelimeler iç içe geçmiş. Bizim baklava, onlarda baklavas. Cacık; cacıki. Liman; limani. Köfte; köftedaki. Lokum; lokumi vs. Rahatlarına çok düşkün insanlar. Öğlen 2’den sonra mesai bitiyor. Gündüz vakti saat 3’te kapalı eczane gördüm. Eczaneden bahsediyorum!.. Yemek yemeyi seviyorlar, porsiyonları oldukça büyük ve tabağında yemek bırakan insanlardan hoşlanmıyorlar, bunu bir nevi saygısızlık olarak görüyorlar. Su içerken bile keyif alan insanlardan bahsediyoruz.
 
Turizmi çıkarın Yunanistan’dan geriye hiçbir şey kalmaz. Onlar da bunun farkındalar ki en iyi yaptıkları işin ustası olmuşlar. Çok organizeler. Her yerde aynı logolar, aynı sloganlar (Ör: Whathens) yani ortak bir dil söz konusu. Tarih önemli bir kavram. Antik Yunan onlar için her şey demek. Akropolis günün her saati tıklım tıklım. Her milletten insan, 40 derece sıcağın altında kan ter içinde kalarak oraya çıkıp geziyor. Size bir kaya parçası gösterip “işte demokrasi burada doğdu” diyorlar. Bomboş çakıl taşlarıyla kaplı bir alan gösterip “işte felsefe burada doğdu” diyorlar. Birkaç mermer parçası gösterip “işte tarihteki ilk tiyatro” diyorlar. Demokrasi, felsefe, tiyatro… İşte size bunları satıyorlar.
 
Atina’ya gidip tavernaya gitmemek gerçekten ayıp. Bunu herkes kabullenmiş. Şehre gelen her turist mutlaka ama mutlaka bir tavernaya uğruyor. Zaten tavernaya bir kere uğrayan kişi Yunan kültürüne maruz kalıyor. Yunan şarkıları, sirtaki ve her türlü Yunan halk dansı… Etkileyici bir deneyim ve o deneyime mutlaka sizi de dahil ediyorlar. Masadan zorla kaldırıp sirtaki oynatıyorlar mesela.
 
Milli içkileri uzo. Bizim rakının kardeşi. Rakıdan daha hafif bir içimi var. Çok matah bir şey değil belki ama burada da bir pazarlama harikası çıkıyor karşımıza. Onlarca farklı uzo markası var. Şişelerin tasarımı bir harika. Antik Yunan heykeli tasarımlı uzo şişeleri var örneğin. İnsan ister istemez kıyaslıyor. Ortalama bir Türk vatandaşı Yeni Rakı ve Tekirdağ dışında hangi rakı markalarını bilir. Müdavimler Efe’yi, Topkapı’yı ve Kulüp Rakısını da bilir. Sonrası yok.
 
Biz ortak kültürümüz olan her şeyi (baklava, kahve, lokum, cacık, musakka vs.) bizden çaldıklarını iddia edip kendimizi tatmin ede duralım Yunanistan’ı bir kere ziyaret eden herhangi bir dünya vatandaşını tüm bunların menşeinin Türkiye olduğuna ikna etmek bence çok zor. Çünkü bizim hiç yapmadığımız şeyi onlar çok iyi yapıyor; kültürlerini pazarlıyorlar.

5 Mart 2014 Çarşamba

Çorbalar "Pişti"

Market raflarındaki ürünlerin ambalajlarını incelemek, arkasındaki yazıları okumak öğrenciyken hobimdi, şimdi işim gereği yapıyorum bunu. İçinde envai çeşit katkı maddesi olan ürünlerin ‘içindekiler’ kısmı karınca duası fontuyla yazılır dikkat ederseniz. Özellikle buradan ismini verip rencide etmek istemediğim Türkiye’nin en büyük iki çikolata&bisküvi markası bunu alışkanlık haline getirdi iyice.

Hazır çorba markaları uzun süredir ambalajlarında “hiçbir koruyucu katkı maddesi içermez” ibaresini oldukça cüretkarca kullanıyor. Çorbayı bir şifa maddesi olarak gören halkımız ise buna henüz tam ikna olamamış durumda. Her şeyin en doğalının kullanılması gerektiği güzelim çorbalar katkı maddesi olmadan market raflarında aylarca bozulmadan nasıl durabilir ki? Eminim bu endişe düzenli olarak yapılan tüketici araştırmalarında ve focus grup çalışmalarında çok belirgin bir şekilde su yüzüne çıkmaya başladı.

Knorr son reklamında bu endişeleri gidermek için Kadıköy meydanına ‘şeffaf’ bir mutfak kurmuş. İçindeki Knorr aşçısı, kendisine soru soran meraklı kadınlara Knorr çorbalarının hiçbir katkı maddesi olmadan nasıl hazırlandığını anlatıyor. Kadınlar da ikna olmuş bir vaziyette mutfaktan ayrılıyor.

Geçen akşam TV’de Bizim Çorba reklamını görünce şaşırdım. İçgörü aynı, senaryo benzer, uzmana onaylatma taktiği aynı. Dr. Yasemin Bradley, rastgele bir eve girip Bizim Çorbanın ne kadar doğal olduğunu, katkı maddesiz olduğunu anlatıyor. “Sizin mutfağınızda ne varsa bizim mutfağımızda da o var” sloganıyla reklam sona eriyor.

Knorr aşçı kullanıyor, Bizim Çorba ise doktor. Anlatmaya çalıştıkları şey aynı. “Şu çorbaların doğal olduğuna inanın artık” der gibiler. İnansak mı?..

 

 
                                            

12 Şubat 2014 Çarşamba

Reklamın Çirkini

Bir reklamı beğenmeyebilirsiniz. Bu çok doğal. Reklam kuşağında çıkan her 10 reklamdan 7’sini beğenmiyoruz neredeyse. Ama bir reklamı itici, çirkin ve berbat bulmak bambaşka bir duygu. Tudor’s reklamı için bunu hissediyorum. Belki çok ağır ifadeler bunlar fakat elimde değil. 

Markanın varoluş amacı gerçekten mantıklı bir çerçeveye oturuyor. Bir gömleğe bazen deli gibi paralar veriyoruz, aynı gömleği daha ucuza almak mümkünse bunu neden yapalım? Ne var ki en başta markanın ürün kalitesi bu iddiayı havada bırakıyor. Tudor’s gömlekleri hiç de öyle “deli gibi paralar verdiğimiz” gömlekler seviyesinde değil. Anlatmaya çalıştıkları şey “alt tarafı bir gömlek işte, en kötüsünü giysen ne olur sanki” ise durum farklı tabi.

TV’de her denk gelişimde bana kanal değiştirten reklamın yaratıcısı kim olabilir diye düşündüm. Olsa olsa Hulusi Derici olabilirdi. Tam onluk bir iş çünkü. Regal ve Biomen reklamları hala hafızalarımızda taze. Ne var ki çok geçmeden acı gerçeği öğrendim. Yanlış tahmin yürütmüşüm, meğer reklamlar Sinan Çetin’e aitmiş. Reklamda geçen “daha önce kimse bana bu kadar güzel giydirmemişti” repliğini profesyonel bir reklamcı yazmadığı için mutlu oldum bu yüzden.

Reklamın yegane amacı düşük maliyetli bir işle dikkat çekmekse evet başarılı olmuştur. Ancak görsel ve işitsel zevkleri yerle bir ederek yaptı bunu. Hedef kitlenin aşağılanması da bana göre işin başka boyutu. Tudors’un hedef kitlesi olan C2-D grubundaki insanların bel altı esprilere gülecek, kendisiyle dalga geçilmesinden zevk alacak, paradan başka şey düşünmeyen bir kitle olduğunu düşünmek bana bayat ve artık yıkılması gereken bir önyargı olarak geliyor.

Sinan Çetin belli ki reklam işini sevdi. Daha çok altında onun imzası olan reklama maruz kalacağız. Yapabileceğimiz tek şey kendisine maruz kalan marka müdürlerinin önlerine gelen her senaryoyu onaylamamasını dilemek…


                               

23 Ocak 2014 Perşembe

Toyota Gibi Kokmak

21.yüzyıl insanının mabedi olan Alışveriş Merkezinde geziniyorum. Niyetim kendime bir gömlek bakmak. İlk defa gittiğim bir AVM olduğu için, içinde hangi mağazalar olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Rastgele geziniyorum. Birden bir koku duyuyorum. Önce sadece “güzel” bir koku olduğunu hissediyorum. Fakat bu bile kokunun olduğu yöne doğru dönmemi sağlıyor. Vitrinlere bakarak ilerliyorum ve koku da daha fazla belirginleşiyor. “Yoksa” diyorum içimden. 10 metre daha yürüyünce artık emin oluyorum. Kafamı kaldırıyorum ve uzun saçlı denizkızı bana gülümsüyor. O benzersiz kahve kokusunu nerede olsa tanırım.

Tabi ki hepiniz Starbucks’tan bahsettiğimi anladınız. Starbucks, duyusal pazarlamayı en iyi kullanan markalardan biri. Müzik, renkler, ışıklar bir yana mağazadan yayılan o muhteşem kahve kokusu tıpkı benim gibi tüm dünyada milyonları etkiliyor.

Kokunun markalaşmadaki önemini dünyada ilk fark eden şirketlerden biri Singapur Havayolları. Şirket, 1970’li yıllarda kendine özel bir parfüm üretiyor. "Stefan Floridian Waters" adı verilen bu esans, hem personel kıyafetlerinde, hem de yolculara sunulan sıcak havlularda kullanılıyor. Koku elbette tescilli. Taklit edilemeyecek kadar özgün. Bu yüzden hayatında en az bir kere Singapur Havayolları ile uçmuş bir kişi bu özel kokuyu hemen tanıyor.

Bu konuda daha birçok örnek vermek elbette mümkün. Koku duyusunu pazarlamada kullanmanın faydaları her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Her şeyden önce kokunun algılarımızı nasıl etkilediği bilimsel bir gerçek. Gerard Zaltman “Müşteriler Nasıl Düşünür” isimli kitabında şunları söylüyor: "Koku ve diğer duyular beynin limbik sistemine entegre edilmiş durumda. Görsel tetiklemelerde bu deneyimler yeniden yaşanıyor, hatırlatılıyor. Mesela taze çekilmiş bir kahve reklamını gören izleyicinin koku duyuları çalışıyor ve bu deneyimi özlemle hatırlıyor."

Türkiye’de bu iş çok yaygın değil. Elbette birçok giyim mağazası, müşterilerini etkilemek için özel parfümler kullanıyor ancak hiç biri ayrıt edici ve tescilli değil. Kokusu en belirgin markamız burunları sızlatan nemli koli kokusuyla BİM!

Yeni sloganı ‘İyinin de iyisi’ ile iddiasını ortaya koyan Toyota ise Türkiye’deki tüm Toyota plazalarda kullanmak üzere özel bir koku üretmiş. Yaklaşık 9 aydır üzerinde çalışılan ve anketler yoluyla Toyota plazalarına gelen müşteriler ve çalışanlar tarafından test edilen kokulardan en beğenileni, Toyota kurumsal kokusu olarak belirlenmiş. Alkol içermeyen ve tamamen doğal esansların karışımı sonucunda üretilen Toyota’nın çiçeksi kokusu; biber, gül, yasemin, kakule ve kişniş esansından elde edilmiş. “Toyota’nın kurumsal kokusu” yazarken bile bir pazarlama profesyoneli olarak çok heyecanlandım. Bu kokunun tepedeki birkaç yöneticinin zevkine göre değil de bizzat Toyota sahiplerinin beğenisine göre seçilmesi de oldukça şık olmuş.

Islak mendil, karton araç kokusu, bambulu özel ev parfümü, oda parfümü, oto parfümü ve koku giderici sprey olarak da sunulacak bu koku, Toyota’nın kimliğine eminim ki apayrı bir boyut kazandıracak. Marka, özel kokusuyla daha bir ete kemiğe bürünecek, ayrışacak ve ilgi görecek. Dahası, Toyota sahiplerinin markaya olan aidiyetini artıracak. Araba bakmak için Toyota Plazaları ziyaret eden potansiyel müşterilerin bilinçaltına olumlu mesajlar verilecek. İletişimde kullanılabilecek şahane bir enstrüman olduğunu da unutmamak gerek. Kokulu ürünlerden elde edilecek ekstra maddi kazanç da cabası.

Nereden bakılırsa bakılsın olumlu ve iştah açıcı bir uygulama. Toyota’yı tebrik etmek gerek. Darısı, koku duyusunu kullanmanın önemini bir an önce fark etmesini beklediğimiz markaların başına…


15 Ocak 2014 Çarşamba

KRAL’A İSYAN

“Pazar araştırmalarına ayrılan onca bütçeye rağmen, piyasaya sunulan markaların önemli bir bölümü başarısız oluyor. Oysa şirketler, tüketiciler ne istiyorsa onu üretiyor!.. Bu garip durumun nedeni tüketicilerin aslında ne istediklerini bilmemeleridir. Çünkü düşünme sürecinin %95’i bilinçaltında gerçekleşir.”

Gerard Zaltman-Harward Business School Pazarlama Profesörü



Ortalama bir pazarlama direktörünün elinin altına her yıl binlerce sayfalık araştırma raporu gelir. Tüketicinin ihtiyaçları neler? Tüketici ne bekliyor? Tüketici ne istiyor? Tüm bu soruların cevaplarını bulmak için yapılan araştırmalardan çıkan sonuçlar şirketlerin rotasını belirler. Her sektörde süreç aşağı yukarı böyle yürür.

Henry Ford 100 yıl önce “Her müşteri istediği renk otomobili satın alabilir; rengi siyah olduğu sürece” derken markalar yeni yeni doğuyor, üreticiler altın çağını yaşıyordu. 20. Yüzyılın son çeyreğine kadar süreç, etkisi azalarak böyle devam etti. Markalar kraldı, tüketiciler ise onları kölesi. Markalar ne sunuyorsa tüketiciler onu istiyordu, Cola denen şeyin “ihtiyaç” haline gelmesi bu şekilde oldu.

Özellikle sosyal medya devriminin yarattığı rüzgarla, son birkaç yıldır herkes aynı fikirde: Artık tüketici markaları yönlendiriyor, tüketicinin istekleri, yönlendirmeleri markaya yol gösteriyor. Tüketiciler, markanın yönetiminde etkin rol alıyor. Kısacası: Kral öldü, yaşasın yeni kral!

Bir çok sektörde yaşanan inovatif tıkanmışlığın sebebini bu duruma bağlayanlardanım. Pek çok sektör gelinen noktada yeni buluşlar ortaya koyamıyor, olmayan bir şeyi sıfırdan yaratamıyor. Cep telefonu teknolojisi nasıl gelişiyor? Kapasite artırılıyor, çözünürlük artıyor, megapiksel boyutu artıyor vb. Bunlar varolan şeylerin geliştirilmesinden başka bir şey değil. Yanlış anlaşılmasın bunları asla küçümsemiyorum. Sadece tezimi güçlendirmek için majör bir örnek veriyorum.

Dünya piyasasındaki bu inovatif daralmanın, hatta tıkanmışlığın sebeplerinden birinin pazarlamacıların abarttığı tüketici krallığı olduğunu düşünüyorum. Tüketici bir ihtiyacını hissedecek de, bu araştırmalara yansıyacak da, inovatif ürünler geliştirilecek. Her zaman bu yola bel bağlanırsa başarı şansa kalabilir çünkü tüketici çoğu zaman ihtiyacının farkında bile olmaz, farkında olduğunda ise onu doğru bir şekilde ifade edebileceğinin garantisi yoktur.

Şirketler risk almalı, bir ürün veya hizmet yaratıp tüketiciye sunmalı. Sağlam bir pazarlama stratejisi ve doğru iletişim ile desteklenirse nur topu gibi bir ürün/marka doğar… Evet, zaman zaman böylesini denemekte fayda var. Belki tüketici krallığı bu şekilde fethedilebilir.



3 Ocak 2014 Cuma

Reklamda Ters Köşe Taktiği

Reklamda duygu sömürüsü çalışır. Özellikle toplumumuzda. Fakat kullanmasını bilirseniz. Duygu sömürüsü kullanımının kötü örneklerinden biri Teknosa tarafından yapılmış. TBWA İstanbul tarafından hazırlanan reklam filminde teknoloji yüzünden unuttuğumuz değerler, Haluk Bilginer’in etkileyici sesinden, fonda duygusal bir müzik eşliğinde anlatılıyor.

“Hangi televizyon şu manzaradan daha canlı bir görüntü verebilir ki? Hiç görüntülü konuşma onu aylar sonra görmenin yerini tutabilir mi? Dünyanın en iyi ses sistemi, kızının sesini ilk duyduğun andan daha çok mutlu edemez ki seni. Hangi navigasyon sistemi babandan daha iyi yol gösterebilir?” Reklamı ilk izlediğimde aklımdan bir sürü marka geçti. Aklımdan geçen markalar, hayatımızı çalan teknoloji denen illetten oldukça uzak olduğunu, doğal olduğunu yıllardır bize anlatan markalardı. Reklamın sonuna doğru uyanır gibi oldum ve “yoksa ters köşe mi?..” dedim içimden. Öyle de oldu. Bir dakika boyunca hayatın doğallığını teknolojiyle asla değişmememiz gerektiğini anlatan marka Teknosa çıktı. Reklamın sonunda “Teknoloji hayatın yerini asla tutamaz ama teknolojiye ihtiyaç duyduğunuz o bazı anlarda 300’e yakın mağazamızla hep yanınızdayız” mesajını vermek maalesef reklamı kurtarmamış. Daha doğrusu iğreti kalmış.

Evet, bir reklamcılık taktiğidir ters köşe yapmak. Markanın imajına zıt görseller veya replikler kullanmak… Teknosa bu taktiği denemiş. Metin, seslendirme, oyunculuk, renkler her şey gayet dozunda ama bence yapılan stratejik bir hata var ortada. Lider marka olmanın yarattığı özgüvenin bir sonucu olarak görüyorum bu reklamı. Lider markalar, en fazla ne kaybederiz ki diye düşünerek bazen böyle şımarıklıklar yapabilir. Sonuç olarak harcanması gereken bir reklam bütçeleri var ve ajanstan daha yaratıcı bir fikir gelmemiş olabilir.

Teknosa ve TBWA’in bu stratejide ısrar etmeyeceğini öngörüyorum. Bir sonraki reklamlarını merakla bekleyeceğim…

          

KÜNYE

Reklamveren: Teknosa

Reklam Ajansı: TBWA \ ISTANBUL

CCO: İlkay Gürpınar

Kreatif Direktör: Volkan Karakaşoğlu

Yaratıcı Ekip: Güney Soykan, Orkun Önal, Kerem Tüten, Sungu Hacışabanoğlu, Yıldırım Çakmakçı

Marka Ekibi: Esra Özkan, Tuğba Balcı, Özge Keskin

CSO: Toygun Yılmazer

Stratejik Planlama Ekibi: Tuğyan Çelik, Nisan Danışman, Emirhan Çelikbilek

Prodüksiyon Ekibi: Ceyda Kayaçetin Shutle, Pelin Güneş, Gizem İnan

Yönetmen: Gönenç Uyanık

Prodüksiyon Şirketi: Depo Film

Post Prodüksiyon Şirketi: İmaj

Müzik: Cahit Berkay, Yavuz Turgul

Aranjman: Mert Tunay

Dış Ses: Haluk Bilginer

Fotoğraf: Moonshot / Mustafa Çetin

Medya Ajansı: Mediacom

Kullanılan Mecralar: TV