30 Mayıs 2013 Perşembe

SAMSUNG VE APPLE’IN ALGI SAVAŞI


         Geçtiğimiz Ekim ayında büyük beklentilerle piyasaya sürülen Iphone 5 kimilerine göre hali hazırda dünyanın en iyi telefonu. İlk 24 saatte 2 milyon satış rakamına ulaşmasıyla ise gösteriyor ki şimdiden kapitalizmin dünyadaki en güçlü simgelerinden biri konumunda.

         Iphone 5’in beklenen rakibi Samsung Galaxy S4 ise geçtiğimiz ay akıllı telefonlar dünyasına teşrif etti. 8 çekirdekli, 13 megapilsel kameralı telefon hemen herkesten tam not aldı. 10 milyon satış rakamına ulaşan Galaxy S4 şimdiden Samsung’un yeni amiral gemisi konumunda.

         Samsung Galaxy S4 lansman filminin teması müzikti. Telefonun sunduğu Group Play uygulamasının tanıtıldığı reklam filminde bir basketbol takımının oyuncuları maç öncesinde birlikte ritmi paylaşıyor. Akıllı telefonların insanları yalnızlaştırdığı tartışmalarının alevlendiği bir dönemde, bu senaryo adeta ters köşeye yatırıyor. Maç öncesinde çıt sesinin dahi çıkmadığı soyunma odasında her oyuncu kulaklığıyla müzik dinliyor, içlerinden en sosyal olanı harekete geçiyor ve sosyalleşmenin gücünü hissediyoruz. Böylece akıllı telefon algımız sarsılıyor.

         Iphone 5’in son reklamı da müzik temalı. Bu açıdan bakarsak birbirleriyle fena pişti olmuşlar. Bir diğer ihtimal de Iphone’un reklamının Samsung’a bir misilleme olması. Samsung’un reklamında gördüğümüz o gösterişsiz, sosyal, coşkulu insanların tam zıttı Iphone 5 reklamında karşımıza çıkıyor. Nezih bir klasik müziğin fonda olduğu filmde günlük hayatında Iphone 5’iyle müzik dinleyen yalnız insanlar (çoğunlukla) görüyoruz. Apple “akıllı telefonu ben yarattım, algısını da ben belirlerim” mesajı veriyor sanırım.

         Sonuç olarak her iki reklam da hedef kitlesini yakalıyor. Samsung; gelir durumu yüksek olmadığı halde başarıya aç, talepkar, sosyal ve hareketli hedef kitlesini korumak istiyor, reklam da bu amaca hizmet ediyor. Apple ise steril ve elit insanların tercihi olmaktan oldukça memnun görünüyor. Bunu anlatırken kullandıkları yaratıcı stratejinin kilit taşı ise evrensel bir dil olan müzik…




22 Mayıs 2013 Çarşamba

“Yemeğimi bitirirsem kaç para vericen?”


         Türkiye’de 40 milyon genç var. Evet evet! Türkiye’nin yarısından fazlası yaş itibarıyla genç kategorisinde. Devletimiz ve özel sektörümüz uzun yıllardır bunun fazlasıyla farkında. Fakat bu farkındalık ne yazık ki çoğu zaman ezme ve sömürme düzeyini geçmedi. Devletin ve özel sektörün gözünde gençlik=işgücü demek.


         Son yıllarda Türkiye’de sağlanan ekonomik istikrarla birlikte artan harcama miktarının sonucunda markalar da genç avına çıkmaya başladı. Bu sefer hedef başka: gençlere ürün ve hizmet satmak… Youth Republic gibi gençlik pazarlaması alanında uzmanlaşan ajansların sayısı ve niteliği arttıkça bu iş daha profesyonelce yapılıyor. Gençleri anlamak için yapılan araştırmalara milyon liralar yatırılıyor. Harcanıyor demiyorum çünkü bu araştırmalar gerçek bir yatırım. Bu araştırmalardan çıkan sonuçlar markaların öylesine işine yarıyor ki kullanmayı bileni ihya ediyor!

         Youth Republic Ajans Başkanı Serhat Gürcü’nün verdiği bilgilere göre Türkiye’deki üniversite öğrencisinin toplam harçlık miktarı yaklaşık 100 milyar TL. Bu inanılmaz bir rakam. Ekonomik krizlerde bile Türk ebeveyni çocuklarının harçlığını kesmiyor. Yemiyor, içmiyor çocuğuna Levi’s kot alıyor!

         Tarihte ilk defa bilgi akışı tersine dönmüş durumda. Yüzyıllardır bilgi, yaşlılar tarafından gençlere aktarılırken artık gençlerden yaşlılara akıyor. Gençler yaşlılardan daha fazla şey biliyor. Bilgi beraberinde gücü ve özgüveni getiriyor. Arkadaşlarından geri kalmamak için Iphone almak zorunda olduğuna ebeveynlerini inandıran gençteki özgüvenden söz ediyorum.

         Birçoğu hayatı sosyal medyada yaşıyor. Öyle ki statü endişesi şeklinde ruhsal bir bozukluk tanımı oluştu. Sosyal medyada statü girmek konusunda sürekli endişeli olma haline deniyor statü endişesi. İnanması güç ama ABD’de gençler ortalama her 5 dk’da bir sosyal medyaya statü giriyor. Bu yüzden gençlere ulaşmak için dergi, radyo ve gazeteye reklam vermenin beyhude bir çaba olduğu açık. Buna rağmen hala gençler haftada 14 saat TV izliyorlar. Aslında izlemek değil de dinlemek demek daha doğru olur sanırım. İnternette bir şey okurken TV’yi dinlemek diye bir şey var. Kendimden biliyorum!



         Başlı başına başka bir yazının konusu olmakla birlikte Z kuşağı üzerine de bir iki laf etmek gerek. Sosyal medyaya doğan bir kuşak geliyor. 9 yaşındaki kuzenimin Twitter hesabı var (Facebook hesabının zaten olduğunu ayrıca belirtmeme gerek yok sanırım!)

         Aşırı gerçekçiler. Hayal kurmak onlar için çok uzak bir kavram. Faydacılar. Hedonizmin doruklarında yaşıyorlar. Annesinin “bu yemeği bitir çocuğum” deyişine “bitirirsem kaç para vericen” diye cevap veren çocuk gördüm ben!

         Tek tip bir gençlik geliyor. Z kuşağıyla birlikte Amerika’daki genç ile Türkiye’deki genç arasında muhtemelen hiçbir fark olmayacak. Hayata ve dünyaya bakış açıları bir takım nüanslar hariç tıpatıp aynı olacak.

         Kısacası gençler pazarlamacılara ve reklamcılara zor fakat bereketli bir gelecek vaad ediyor.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

MECRA FETİŞİZMİ


         Reklamcılığın özü fikirdir. Saf fikir. Fikri yaydığımız mecralar, saf fikrin önüne geçiyor mu acaba diye düşünüyorum bazen. Mecralara hapsolmuş kreativite, sınırlanmış bir zihin yaratır. Filanca marka satışlarını artırmak istiyor, mutlaka Tv’de olmalıyız. Şu marka bir kampanya hazırlıyor, sosyal medyayı kullanmadan olmaz. Niye? Fikirden önce mecra düşünülüyor. Zihin mecra mecra kalıplara dökülüyor.

         Reklam dünyası ikiye bölünmüş durumda. Daha çok gençlerden ve yaşı ne olursa olsun genç kalmak isteyenlerden oluşan bir grup adeta bir sosyal medya fetişizmi yaşıyor. Onlara kalsa her kampanyanın mutlaka bir sosyal medya ayağı olmalı. İlle de bir Facebook sayfası açılmalı (Apple’ın bile resmi bir Facebook sayfası yokken!) Bir Twitter hesabı oluşturulmalı. Pinterest filan da olursa tadından yenmez. Sayıları gün geçtikçe artan sosyal medya ajansları da her geçen gün bu ihtiyacı köpürtüyor. Konvansiyonel mecralara göre maliyetinin oldukça düşük olması da bilinçsiz reklamverene cazip geliyor. Oysa ki konvansiyonel mecra ölmedi hala yaşıyor.

         Daha çok yaşı geçmiş kurt reklamcılardan oluşan bir grup ise sosyal medyanın bir aldatmaca olduğunu, konvansiyonel mecraların sonsuza dek yaşayacağını iddia ediyor. Onlara kalsa prime time’da reklamı yayınlanmayan, Hürriyet’te ilanı çıkmayan marka bir yere varamaz! Sosyal medyanın gücünün farkında değiller. Bir Twitter/Facebook hesabı bile olmayan koca koca reklamcılar var. Günceli takip etmemizi önerenler de kendileri üstelik.

         “Senin kafan karışmış dostum, tarafını belirle” dediğinizi duyar gibiyim. Ben fikrin tarafındayım. “Hele bir fikri bulalım, mecrayı sonra düşünürüz” diyen sağduyulu reklamcının yanındayım. “Bulacağınız fikre göre kampanyanın mecrasını belirleriz” diyen zeka küpü marka yöneticisinin tarafındayım. Mecraların gelip geçici olduğunun farkında olup, nasıl ki konvansiyonel mecralar zayıflamaya başladıysa, gün gelecek sosyal medya mecrası da zayıflayacak öngörüsünde bulunabilen, zihnini mecra kalıplarına böldürmeyenlerin tarafındayım. “İlle de şu mecra olmalı” diyenin karşısında, “bir fikir bulunur, dünya değişir” diyenin yanındayım.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Az Laf Çok İş



         Yapı Kredi ile yaratıcı ajansı Rafineri arasında kurulan maya oldukça tutmuşa benziyor. 7’den 70’e herkesin beğendiği “ah bir emekli olabilsem” filminin ardından arayı soğutmadan “az laf çok iş” temalı reklamlarını sundular bize.

         Reklamcılıkta sık kullanılan yöntem her şeyi sırtına yükleyebileceğiniz bir “eşek” bulmaktır. Bu eşek kimi zaman bir karakter olur Avea’ın fasülye karakteri gibi, kimi zaman bir sembol olur Turkcell’in antenleri gibi ve kimi zaman da bir motto olur “az laf çok iş” gibi. Yapı Kredi sağlam bir eşek bulmuş -teşbihte hata olmaz- ve harika bir reklam serisi ortaya çıkmış.

         Bulunan iç görüler, senaryolar ve cast yönetimi öylesine sağlam, öylesine bizden ki hem Yapı Kredi’nin elit banka algısını yıkıyor hem de gülümsetip bankaya sempati kazandırıyor. Yani bir taşla iki kuş vuruluyor.

         “Gece geçen gemi” misali en değerli kuşaklarda kaybolan berbat banka reklamlarının arasından sıyrılmak yetmez. Bir de “az laf çok iş” mottosu bankanın hizmetlerine de yansırsa işte o zaman iletişimdeki bu başarı daha çok anlam kazanır. Belki de Effie’ye giden yolun taşları döşenmiş olur.

         Bu eşek daha çok yük taşır. Eminim ki Yapı Kredi de bunun farkındadır. Onlar da benim gibi “az laf çok iş” anlayışının bir bankaya yakıştırılabilecek en güzel şey olduğunun ve Yapı Kredi’nin bu vaadi karşılayabilecek güce ve birikime sahip olduğunun bilincindedir. Umarım yanılmam…